Mimari kaygılar dışında, sosyal ve toplumsal kaygılarla, klasik mimarlık pratiğine tavır alan ve bir laboratuar mantığı ile mimarlık üretimine devam eden GAD’ın, 25. yılına yaklaştığı bu dönemde, Gökhan Avcıoğlu ile hem uluslararası arenada kazandıkları son ödüller, hem de yeni projeleri ve şehirlerin geleceği üzerine konuştuk. Autopia, bizim ilginç projelerimizden biri. İki konuda önemli bir ilginçliği var. Bunlardan bir tanesi, büyük bir yapı. Bu büyük yapılar konusunda her zaman bir tedirginlik duyuyorum. Ne kadar büyük olabilir, içinde olmak hissini kaybetmeden? Fakat Autopia'nın özelliği, tekerlekli araçların ve diğer vasıtaların, uçan kaçan her türlü nesnenin, alternatif enerji kullanarak devinen her türlü aletin satıldığı, bulunduğu, sergilendiği, değiş tokuş yapıldığı bir büyük mekan olarak var olması. O yüzden içinde rahatlıkla tekerlekli nesnelerle dolaşabileceğiniz genişliğe ve imkana sahip. Hatta yapıya girdikten sonra, bir araçla çatısına kadar çıkabilirsiniz ve oradan en üstteki pistte bir tur atıp tekrar aşağı inebilirsiniz. Ya da yukardan yaklaşıp bunu tersten yapabilirsiniz. Araçlı kullanımlara müsait bir yapıda. O yüzden Türkiye’de binaların kat yükseklikleri eni ve boyu bu ebada uygun. Autopia'nın etki aldığı binalardan biri Fiat'ın fabrika binası. Autopia onun ikinci jenerasyonu. Diğer özelliği basit iki üç malzemeyle imal edilmiş olması. Beton, cam, ve bu tür malzemelerin türevleri. Bu kadar az malzemeyle inşa edilen nadir binalardan bir tanesi.
Bir alısveriş alanı merkezi, İkincisi; büyük bir yapı türünde ele alınabilecek bir yapı. İnsan ölçeğiyle diğer ölçekler arasındaki bağlamlar nasıl kurulabilir diye deneyimlediğimiz bazı bölümleri var. İçinde olma duygusunu çağrıştıran yapılardan bir tanesi. Mimari için bu tür davetkar yapılar önemli. Bazı özellikleri üzerinde çalıştık. Mesela binanın yola cephesi olan tarafında, aslında içeri doğru kıvrılan organik bir bölüm var. Onun ortasında bir buluşma alanı var. Yapı aslında biraz içine davet ediyor, hızlı geçilen hareketli bir bulvarın kenarında. İçerden buna benzer buluşma alanları, rampalar ve yatay ve düşey düzlemlerin kesiştiği buluşma alanları var. Biz binayı kıyaslamak için birkaç deney yaptık. Autopia, aşağı yukarı bir uçak gemisi büyüklüğünde bir bina. Bazı çalışmaları birlikte yaptığımız Alpaslan Ataman’ın incelediği mimari projelerin yanında, bu tür gemiler aslında çok önem verdiği konulardan biri. Kesitleri ve içindeki - dışındaki hayat, güvertenin aynı zamanda bir pist olarak kullanıldığı bir tür suda yüzen bir yapı aslında. Başlarken korkmadım değil. Büyük bir yapı çünkü. Küçük ölçeklerde çalışıp sonra birden çok büyük bir ölçeğe geçiyorsunuz. Fakat beni heyecanlandıran işlerden bir tanesi oldu. MIPIM gibi değer verdiğimiz, seçkin bir jürisi olan organizasyonlar dışında, başka yerlerden de davet aLıyoruz. Ben birkaç yerde de projenin işletme tarafını anlattım. Bu tür büyük yapılar her yerde çok da gerekli olmayabilir. Mesela Avrupa’nın küçük kentlerinde çok ihtiyaç olacak bir yapı değil. Ancak Türkiye'deki büyük kentlerde, büyük kentleri olan ülkelerde olabilecek bir yapı. Böyle yapılarla New York'ta, Los Angeles Chicago’da karşılaşıyoruz. Yeni Delhi, Singapur, Tokyo’da da olabilir.
Aslında bizim araştırma geliştirme ile ilgili bir bölümümüz var. Alpaslan Ataman komutasında 8.500yıllık bir mimarlık tarihine bakıyoruz. Bir geriye dönük olanı var, bir de ileri dönük olanı var. Bu örnek, aslında bizim 3d yazıcılar ile üzerinde çalıştığımız yeni yapım yöntemleri için kullandığımız bir deney alanı. Çok daha yoğun ve değişik ölçeklerde kullanarak bir yapı yapabiliriz. Taşıyıcı sistemi ile yüzeyi ve kurgusu benzerlik taşıyan, klasik anlamda bugünkü yapım mühendislerine ve yapımcılara ihtiyaç duyulmayan bir sistemi var. Bu da bize, önümüzdeki zamanlarda doğrudan mimarlık ofisinden, üreticiye, oradan da şantiyeye doğrudan gönderdiğimiz çalışma sistemleri olabileceğini gösteriyor. Müteahhit denilen kavramı ortadan kaldıracak bir zamana doğru ilerliyoruz. Daha doğrusu alıştığımız düzende bir müteahhit sistemine. Eskiden mimarlar şantiyedeki imalatı organize eder, yürütür ve denetlerdi. Proje yönetimi onlardaydı. Bu alan geçen yüzyıl değişik disiplinlerin çıkmasıyla ortadan kalkmıştı. Ben de bugüne kadar oluşmuş olan ve çok kirlenmiş müteahhit sistemini sevmediğim için, yeni nesil bir sistem içerisinde mimarın görevinin daha da arttığı, sorumluluk alanlarının başka disiplinlerin içine girmediği, tasarımdan direk üretime yönelik yaklaşımları göreceğimiz bir zamana doğru işaret ettiğini düşünüyorum.
EVET. BAŞKA ŞEYLER DAHA ÇOK GÜNDEME ÇIKTI. ZANAATKARLIK GERİ PLANDA KALDI. BİR YANDAN DA GAD'IN ALTINI BİRAZ AÇALIM İSTERSENİZ. EKİBİNİZDEN BAHSEDELİM
GAD bildiğiniz gibi 25 yıllık bir kuruluş. Bronz yılımızı kutluyoruz bu yıl. Bununla ilgili bazı etkinlikler düşünüyoruz. GAD'ın bir gelişme çizgisi var. Ana merkezlerimiz İstanbul ve New Yok. Onun dışında geçici ama bizim için çok anlamlı ofislerimiz oldu zaman içinde. Şu anki yapıda çoğumuz genç. Ofiste genellikle 30 yaşının altında arkadaşlarımız çalışıyor. Sosyal medya, dijital teknoloji, o yaşın üzerinin çok ilgisini çekmedi. Ben dijital yaşam kültürüyle çok alakalıyım. Önemli bir boşluğu dolduruyor bence. Bilgi diyemeyiz belki ama önemli bir malumat sahibi olma özgürlüğü geldi. Ben okul kütüphanelerinin cumartesi-pazar günleri kapalı olduğu dönemden yetişmiş birisiyim. Bugün kütüphaneler herkesin ekranının önünde. Bizim alanımızda bugünlerde değişik ortamlarda "archeology of digital technology" dediğimiz yeni bir boyut var. Biz de kendi 25 yıllık arkeolojimize bakıyoruz. Ne yaptık, ne düşündük? Bugün geldiğimiz noktada ciddi bir ayrım yaşıyoruz. Bilginin haber alma kısmı diyebiliriz. Bu yüzden mimari sektörde simülasyon dediğimiz teknolojiye, tasarımı geliştirme ve ifade etme anlamında kullanılabilecek çok güzel olanaklar oluştu. Bu, bugün düşündüklerimizi ortaya koyuyor. Bu gelişmelerin hepsi esasında bizim düşüncelerimizi, aklımızda olan fikirleri üçüncü şahıslara aktarmamızla ilgili araçlar ve bunlar geliştikçe mimari de ona göre farklı boyutlar alıyor. Eskiden hayal ettiğimiz ama süreçte zorluklar çekeceğimiz için geri adım attığımız form ve düşünceler, şu an varlık gösterebiliyor.
Ofis olarak 6 ayda bir gazete çıkarıyoruz. Yaptığımız bütün çalışmaları içeren, paylaşmak istediğimiz ya da bize sorulan konuları açığa çıkardığımız bir gazete bu. Sosyal medyanın bu kadar geliştiği bir zamanda, gazete belki ters taraftan bir yaklaşım olabilir ancak dünyanın her yerinde çok sıcak bir ilgi görüyor, takipçileri var. Biz de ofis olarak, böyle bir arzu oluştukça, bunu devam ettirmek istiyoruz. Bunun dışında sosyal medya ve hemen hemen her gün bir konunun konuşulduğu bir internet sitemiz var. Bugün paylaşım alanları oldukça arttı ve bunun da farklı bir lezzeti var. Bugün çok sayıda okulun mimarlık bölümü var, sayısını bilmiyorum. Hatta biz de bir mimarlık okulu kurmayı düşünüyoruz. Sebebi de nesiller arasındaki kopukluğu gidermek. Bana göre 3 sene klasik eğitimin, 3 sene de yeni teknolojilerin öğretildiği ve şehircilik gibi farklı disiplinleri de içine alan 6 senelik bir okul düşünüyorum. Temelde bazı dersleri beraber alarak daha belli bir alanda uzmanlaşmak daha doğru. Alpaslan Ataman ile böyle yeni bir müfredat üzerinde çalışıyoruz.
Biz son zamanlarda bazı konuları deneysel alan olarak keyifli buluyoruz. Maldivler de, son derece
ekolojik, deniz ve doğanın sıfır noktasında mutluluk veren bir bölge. Bir de, eski zaman ahşap işlerini, Hindistan cevizi kabuklarını ya da palmiye ağacı yapraklarını kullandığımız bir proje. O yüzden daha kısıtlı malzemelerle işler yapmak için, deney yapmak için keyifli bir alan. Tabiki ıslak hacimler, mutfaklar günümüz teknolojisine uygun olarak yapılıyor ancak genel atmosfer o doğaya ait. 116 dönümlük bir arazi ve her parçasını kullanıyoruz.
GAD olarak bizim şöyle bir özelliğimiz var; bazen bize görev verilmemiş alanlara da bulaşmayı seviyoruz. Ben biliyorum ki, Thomas Edison bile prefabrik ev sistemleri konusunda önerisi olan bir isim. Pek bilinmez ama bu tür bir tasarımla, bir ev maketi önünde bir fotoğrafı var. Bu konuda önümüzdeki zamanlarda GAD olarak 30 yaşın altındaki mimar ve tasarımcılar için bir tasarım yarısması organize etmeyi düşünüyoruz. Konumuz affordable single house", yani altından kalkılır, müteahhit ve spekülatör karı olmayan, düz ap, tek ev. Bu konu Karadeniz Bölgesi’nde veya rı alanlarında çokça karşılaştığımız bir durum, arlanacak bölgeyi tasarımcının seçeceği, mo-ısyon ve çoğaltılabilmeyi yani bir Anadolu ürü olarak oda ekleme sistemini esas alıyor. rin imar yönetmelikleri ile ilgili sıkıntılar yaşıyoruz bu konuda. Dünyada bahçe duvarlı gökdelenlerinin olduğu tek şehir İstanbul herhalde. 0 da bu planlama problemlerinden kaynaklanıyor. Bir alışveriş alanı, şehirde yükselme fikri üzerine bir yapı geliştirirken, zemin kullanımında "herkese ait bir yer" haline gelmesini engelleyen saçma yönetmelikler var. Halbuki o alanlar ortak kullanılabilen alanlar olmalı. 0 alanları ne kadar çok artırabilirsek, şehrin yapı ve sosyal kültürü artırılıyor. Bunları artırmakla ilgili, bir pazar yeri, meydan, mevcut bir yapının içinde sosyal kullanım alanlarını artırabilecek konular üzerine çalışıyoruz. Alışveriş merkezleri bile esasında bu eksikliğe cevap vermeye çalıştı geçen son 10 yıl içinde. Bu, hep eleştiriliyor ama insanların hakikaten gidebilecekleri, yürüyebilecekleri alanlar çok az.
İstanbul, kadınların rahat hareket edebildiği bir şehir değil, bu özelliğini kaybetti. Bunları geri kazanabilmesi adına planlar yapıyoruz. Özellikle yerel yönetimler bu konuda çok fırsat ve yetki sahibi. Geliştirdiğimiz bazı projeler oldu, bunları artırmaya çalışıyoruz bu görüşmelerle. Ölçtüğümüz konu şu: Hiçbir vasıta kullanmadan ve kesintiye uğramadan ne kadar uzunlukta bir yürüyüş alanı var? Çünkü bir şehri en güzel yürüyerek, çeşitli noktalarına girip çıkarak yaşarsınız. Buna yapılara girip çıkmak da dahil. Böyle birtakım haritalar üzerinde çalışıyoruz. Nereye kadar yürüyebiliriz, nereye kadar yayalara ait? Mesela New York çok şaşırtıcı bir örnektir. Manhattan adasında kesintiye uğramadan kilometrelerce yürüyebilirsiniz. İstanbul’un da esasında sahil boyunca böyle özellikleri var ama yukarılara doğru çıktıkça bu durum ortadan kalkıyor.
Bir şehri var eden şeyler ticaret, alışveriş ve ziyaretlerdir. Bütün her şey buna hizmet eder aslında, olmayınca ölü oluyor şehir. Onun için bazı bölgelerde hemen bunların sonuçlarını görüyoruz. Beyoğlu, Taksim ve Nişantaşı'nda rahat yürüyebiliyorsunuz. Birkaç kısa mesafenin dışında yürü-nemeyen alanlar var. Hemen bir arabaya, taksiye ihtiyaç duyuluyor. O andaki bütün yoğunluk, sanki araba trafiği için düşünülmüş. Aslında burada çok ilginç birşey var: İstanbul'daki trafik sıkışıklığının sebebi trafiğin araç üzerinden hareket etmesi, yayalara imkan vermemesinden kaynaklanıyor. Mesela ilk yapıldığı yıllarda 1. Boğaz Köprüsü’nde yürüyebiliyorduk. Büyük heyecan duyuyorduk, müthiş bir keyifti, karşıya yürüyerek geçmek harika bir duyguydu. Ama daha sonra intiharlar ve güvenlik nedeniyle kaldırıldı. Şehri kullanma biçiminde yasaklar gelmeye başladı. Saatlerce bir köşede bekleyen servis araçları var. Sadece sabah alıyor öğrencileri, çalışanları ya da işçileri. Saat 4'e 5'e kadar şehrin bir yerinde bekliyor, yer işgal ediyor ve sadece iki sefer yapıyor. Dünyanın hiç bir yerinde böyle bir savurganlık olamaz. Sadece sabah servisi için ve öğleden sonra servisi için araç alınır mı? Bu konuda üremiş bir servis sektörü var. Tabii ki ticaret kendisiyle ilgili çözümleri buluyor ama bunlar hep ara çözümler. Mesela Fikirtepe’de yapılanlar... Olur mu böyle bir şey? Bu mudur şehir algısı? Fikirtepe yeni gelişme projesini kimin yaptığını ben bilmiyorum ve gerçekten tanışmak isterim.
Şehircilik bir bilim değil, mutlak hesaplanabilen bir sistem değil. Şehir deneysel bir alan, büyük kopuklukların, farklılıkların olduğu bir sistem. Şehri ideal bir sistem varmış gibi düşünmek yanlış. Şehir elbette gelişecek, büyüyecek, tekrar belki küçülecek, başına birşeyler gelecek, farklı çözümler bulmaya çalışacak ve sürekli dinamik bir durumu olacak. Burada önemli olan şehrin esne-yebilen bir planlamaya sahip olması.